Belden, Kandan, Sütten ve Yoldan Kardeşlik.
Emre Taş, ilk romanını Aralık 2022’de İletişim Yayınlarından okuruna sundu. Hali hazırda sosyal medyada konuşturduğu minyatürlerle tanınan yazarın ince mizahı, alanına hakim tarih bilgisi ve nükteli dili onu takip eden herkesin malumu. Romanını da bu minyatürlerdeki mizah minvalinde bir şeyler umarak okuyacak olanlara küçük bir uyarıda bulunmak boynumun borcu; öyle bir şey yok. Yani minyatürlerinden aşina olduğunuz o nükteli esprileri beklemeyin. Bu bir trajedi romanı. Fakat satır aralarında hınzır bir mizaha ait pek çok şey de gizli. Buradan ötesi roman hakkında detaylı bilgi vermektedir.
Girişte de belirttiğim üzere bu roman bir kardeşlik romanı. Dilde bulunan tüm kardeşlik türlerine kıyıdan köşeden bir yerden değiniyor. Süt kardeşliğinden yol kardeşliğine, din kardeşliğinden siyam kardeşliğine kadar her birinin bir örneği mevcut. Bu da biraz insanı çimdikliyor açıkçası. Ama bir yandan da oldukça değerli buldum kardeşlik kavramına bu önemin verilmesini.
Daha derli toplu bir şekilde anlatacak olursak; bu kitap Sultan Selim Han’ın zamanında, Tuna suyunun ötesinde ve berisinde, cavlak dervişlerden devşirme yeniçerilere, akıncı beylerinden kızılbaş asilere uzanan bir haritada kardeşler arasında geçen bir anlatı. Romanda katman katman bir işleyiş mevcut. Üstkurmacanın temiz bir örneğini gördüğüm romanda katmanlar kardeşlik bağlarıyla belirlenmiş. Romanın bakış açısı zaman zaman muğlaklaşıyor fakat bu roman boyunca okuru hikayeye bağlı kılan etmenlerden biri olarak öne çıkmış. Çünkü merak ve bilinmezlik duygusunu körüklüyor. Öte yandan dili ise o dönemin yazmalarının bir parodisi — hatta pastişi de denebilir- olduğundan alışkın olmayanı biraz zorlayacak nitelikte. Hikaye içinde hikaye yapısı nedeniyle bu hikayeyi Kadı Barak Ahmed mi, Zülfü mü, Dragan mı yoksa Emre mi anlatıyor sorusunun cevabı paragraftan paragrafa değişebiliyor.
Romanın konusundan bahsedecek olursak; soyu Şeyh Bedrettin isyanına katılanlara dayanan bir kadı olan Barak Ahmed, aslen bu kadının babasının müridi olan Sevindik Bey’in torunları olan Zülfikar ve Hüseyin Memi üzerinden kardeşliği, kardeş geçimsizliğini, soy sop davalarını ve daha nicesini bize anlatıyor. Kardeşliğin kırk parçaya bölünerek ayrı ayrı can bulduğu bir hikayeyi Barak Ahmed’in, Zülfikar’ın, Memi’nin ve Dragan’ın gözünden okuyoruz. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bu romanın her bir katmanında farklı bir karakteri, farklı bir kardeşlik davasını görüyoruz.
O dönemin günlük hayatından pek bir yansıma göremiyoruz. Anlatı bu anlamda kapalı. Bu da yazarın daha kendine has bir evren kurarak bu hikayeyi çattığını gösteriyor. Gerçeklikten temel alınarak yazılan metinlerde gerçek/kurmaca dozunun ayarının iyi yapılması elzemdir. Eğer gerçeğe meyli fazla olursa yazarın hayal gücünü gölgeler, yok yazarın hayal gücüne yatkın olur gerçeğe gerekli ihtimamı göstermezse bu sefer de içerisine sığması gereken mantık çerçevesinin bir yerleri çatlak olur. Bu çatlaklar boşluklara dönüşür ve okurun zihninde marazlar bırakır. Yazar bu noktada iyi bir denge kurmuş. Yazdığı karakterlerin pek çoğu yeterli geçmişe sahip. Gözümüzün önünde kanlı canlı, ne yer ne içer bildiğimiz, ne sever ne sevmez kestirebileceğimiz şekilde duruyor. Lakin Zülfü’nün yanında diğerleri biraz silik kalıyor. Karakterleri daha detaylı ele alırsak, düz karakterler çok başarılı işlenmiş. Yuvarlak karakter sayısı ise baş kahramanlarla sınırlı. Hatta Zülfü ve Dragan haricindekiler yeteri kadar karşılamıyor yuvarlak karakter kıstaslarını diyebiliriz. Çünkü hem Kadı hem de Memi bizi şaşırtmıyor. Romanın başında onlar hakkında ne düşünüyorsak romanın sonunda da aynı düşünceyi büyük oranda koruyoruz. Sadece Kadı daha yuvarlak bir karakter olmaya yatkın diyebiliriz, o da Kadı ve kardeşi arasındaki olaydan doğan sonuçtan ortaya çıkıyor.
Bir yandan bakınca tarihi olaylara pek dokunmamış, kendi yatağında akıp giden bir hikaye okurken bir yandan da dönemin tarihinden ufak da olsa fotoğraf gösteriyor. Günümüz tarih romantizmine karşıdan bakan, geçmişin karakterlerini idealize etmekten ziyade onların zayıf yönlerini de göstererek gerçeği vurgulamaya çalışan bir üslup mevcut. Arka planda Şehzade Selim ve kardeşleri arasında geçen taht mücadelesi sürüyor. Şahkulu İsyanları, Selim’in amansız taht uğraşı… Hemen hepsi yanlı bir üsluptan uzak durmaya çalışılarak yazılmış. Şehzade Korkud için bunu söyleyemeyebiliriz. Korkud diğer karakterlere nazaran biraz yanlı bir portreye sahip roman içerisinde.
Yavuz Selim ve Ahmed 1513’te Yenişehir ovasında çarpışır.
Şükrî-yi Bitlisî, Selimnâme, nakkaş Pir Ahmed, 1530,
TSMK H. 1597–98.
Bu roman bir bildungsroman örneği. Oluşum romanı olarak da bilinir. Bildungsroman, karakterin en başından (çocukluğundan) sonuna kadar (yetişkinliğine) gelişimini ve yolculuğunu ortaya koyan roman türü olarak özetlenebilir. Romanı Zülfü’nün gözünden okuduğumuz kısımlarda onu çocukluğundan alarak yetişkinliğe kadar getiriyoruz. Neleri yapamazken en sonunda neleri yapabildiğini, çocuksu zihninin nasıl yetişkin olgunluğuna eriştiğini görüyoruz.
Bu roman tarihi bir roman değil. Postmodern anlatının büyük nişanelerinden biri olan üstkurmacanın — burada tarihyazımcı üstkurmaca — iyi bir örneği. Linda Hutcheon tarafından terminolojiye kazandırılan bu terimden bahsetmek gerekirse, hem kendi kendini yazan (romanın bir kurmaca olduğunu vurgulayan) hem de tarihi olayların içinden geçerken onlara atıfta bulunan postmodern bir tekniktir. Metinle oyunlar oynanır, parodi ve pastiş aracılığıyla tarih yeniden kurgulanır. Hakim ideoloji ve söylemlere karşı ortaya koydukları eleştiriden dolayı politik olarak da nitelenen bu tür romanlarda anlatılanlar tarihin metne dayandığını ve geçmiş denen olgunun sonsuz sayıda alternatifinin yazılabileceğini vurgular. Bu da okura, geleneksel tarih anlatımın tek yanlı bir anlatı olduğunu ve gerçeklik duygusunun göreli olduğunu kavratır. Türkiye’den örnek vermek gerekirse İhsan Oktay Anar’ın romanları ve Orhan Pamuk’un Veba Geceleri romanı Türk edebiyatı için, John Fowles’ın Fransız Teğmenin Kadını ve Salman Rushdie’nin Gece Yarısı Çocukları dünya edebiyatı için örnek verilebilir.
Üstkurmaca ile ayrılan yönü, üstkurmacanın özünde sadece onun bir kurgu olduğunu karakterlere hissettirmek varken tarihyazımcı üstkurmacada aynı zamanda gerçekliğe de vurgu vardır. Tarihin de aslında bir hikaye olduğuna dem vurulur.
Anlatıcı olarak tercih edilen birinci tekil çoğu yerde bozuluyor. Çünkü romanda rivayetler ve tanıklar üzerine kurulu bir anlatım tercih edilmiş. Evet baş anlatıcı olarak Barak Ahmed öne çıkmış ve “bu hikayeyi sanki yanlarındaymış gibi anlatacağım” demiş ama kitabın başında ve sonunda bulunan iki ayrı sayfa bu romanı olduğu gibi Barak Ahmed’in ağzından almış ve onu da bir roman kahramanı haline getirmiş. O hikayeyi anlatan kişi olmaktan çıkmış, bizzat yaşayan karakter olmuş. Hali hazırda arkaik bir dile sahip oluşunun yanına bu da eklenince roman tarihin tozlu raflarından çıkmış gelmiş neredeyse gerçek bir hikayeye dönüşmüş.
Yukarıda da örneğini verdiğim üzere Eğer Ben Kabil İsem, Türkiye içerisinde bakarsak artık varlığı yadsınamayacak bir ekol olan İhsan Oktay Anar ekolünden geldiğini saklamayan bir hikaye. Anlattığı hikayenin geçtiği zamanı yeniden yazmaya talip, dönemin siyasi atmosferini de irdeleyen, masalsı bir hikaye anlatmayı başaran bir metin.
Metnin içinde epey ilginç tarihi unsurlar da var. Anadolu kültür tarihine meraklı olanlar bu romanda hem cavlak dervişleri, hem isyanlar gölgesindeki Osmanlı’yı, hem politik gerginlik atmosferinde bürokrasinin nasıl işlediğini hem de bir akıncı köyünün günlük yaşamını okuyabilir.
Roman gerek dili gerekse kurgusu bakımından demini almış bir metin olarak önümüze konmuş. Satır aralarından kendilerini gösteren o zamanın argosu bile ne denli titiz bir çalışma yapıldığının göstergesi.
Son zamanlarda okuduğum gerçekten “bir şeyler anlatan” kitaplardan biriydi. Okuru bol olsun.